Kendimi boşlukta hissediyorum; bu cümle, ne tam bir üzüntü ne de belirgin bir acı olan, ancak ikisinden de daha ağır gelebilen, ruhun ortasında bir oyuk, bir hiçlik hissini tarif eder. Bu, duyguların yokluğu değil, daha çok duyguların olması gereken yerde hissedilen derin bir yoksunluktur. Hayatın renklerinin solduğu, seslerin boğuklaştığı, her şeyin anlamsız ve anlamsız olduğu kadar da ağır geldiği bir durumdur. Bu içsel boşluk, bireyi bir yabancılaşma hissine sürükler; kişi sadece çevresine değil, kendi öz benliğine bile yabancılaşır. Modern yaşamın karmaşası içinde, özellikle İstanbul gibi milyonlarca uyaranın ve olasılığın olduğu bir metropolde bu hissi yaşamak, daha da büyük bir paradoks ve yalnızlık duygusu yaratabilir. Bu makalede, bu tarif edilmesi zor ancak derinden hissedilen boşluk hissinin varoluşsal, psikolojik ve nörobiyolojik temellerini inceleyeceğiz. Bu hissin depresyon ve bazı kişilik bozuklukları gibi klinik durumlarla olan bağlantısını aydınlatacak ve alanının önde gelen isimlerinden Psikiyatrist Prof. Dr. Ali Keyvan‘ın uzman görüşleriyle, bu boşluktan çıkıp hayata yeniden anlam ve bağ katmanın yollarını keşfedeceğiz.
Varoluşsal Bir Sancı: Anlamsızlık ve İçsel Boşluğun Felsefesi
Kendimi boşlukta hissediyorum ifadesi, çoğu zaman felsefenin en temel sorularıyla yüzleştiğimiz bir varoluşsal krizin habercisidir. Viktor Frankl gibi varoluşçu psikoterapistlere göre, insanın en temel güdüsü “anlam arayışı”dır. Birey, hayatında bir amaç, bir değer veya uğruna yaşayacağı bir şey bulamadığında, “varoluşsal boşluk” olarak adlandırılan bir duruma düşer. Bu, modern insanın en yaygın sancılarından biridir. Geleneksel değerlerin, inanç sistemlerinin ve toplumsal bağların zayıfladığı günümüz dünyasında, birey “Hayatın anlamı ne?”, “Ben neden buradayım?”, “Tüm bu çabanın amacı ne?” gibi devasa sorularla tek başına kalmıştır. Bu sorulara tatmin edici cevaplar bulamadığında, ortaya çıkan anlamsızlık hissi, doğrudan bir içsel boşluk olarak deneyimlenir. Kişi, sosyal statü, maddi başarı veya dışsal olarak “mükemmel” görünen bir hayata sahip olsa bile, bu boşluk hissini en derinlerinde hissedebilir. Çünkü bu boşluk, dışarıdan gelen şeylerle doldurulamaz; o, ancak içeriden, kişinin kendi yarattığı veya keşfettiği anlamla doldurulabilir. Bu durumdaki bir birey için hayat, bir dizi anlamsız rutinden, mekanik eylemlerden ve yerine getirilen görevlerden ibaret hale gelir. Hayattan keyif alamama (anhedoni) durumu belirginleşir ve kişi, adeta kendi hayatının bir seyircisi gibi hissetmeye başlar. Bu, derin bir yabancılaşma ve motivasyon kaybı yaratır. Kendimi boşlukta hissediyorum demek, bu bağlamda, “Hayatımın bir anlamı, bir amacı, bir yönü yok” demenin en içten ve en acı verici şeklidir.
Bu anlam kaybı, modern toplumun bireye sunduğu “haz odaklı” yaşam tarzıyla daha da derinleşir. Sürekli olarak anlık tatminler, geçici zevkler ve tüketim kültürüyle meşgul edilen zihin, daha derin ve kalıcı anlam kaynaklarıyla bağ kurmakta zorlanır. Her şeyin hızlı, kullan-at ve yüzeysel olduğu bir dünyada, sabır, adanmışlık ve uzun vadeli hedefler gerektiren anlamlı uğraşlar (bir sanatta ustalaşmak, derin bir ilişki inşa etmek, bir davaya hizmet etmek gibi) değerini yitirmiş gibi görünebilir. Bu durum, bireyi sürekli bir kronik can sıkıntısı ve tatminsizlik içinde bırakır. Bir hedeften diğerine, bir hazdan öbürüne koşarken, aslında ne aradığını bilemez hale gelir. Bu koşuşturmanın ortasında bir an durup kendine baktığında ise, geriye kalan tek şeyin o devasa içsel boşluk olduğunu fark eder. Bu, kişinin sadece bir amaç bulması gerektiğini değil, aynı zamanda hangi değerlere göre yaşamak istediğini de keşfetmesi gerektiğine işaret eden önemli bir sinyaldir. Çünkü anlam, sadece ne yaptığımızla değil, o şeyi neden yaptığımızla ve nasıl yaptığımızla ilgilidir.
Logoterapi: Anlam Arayışının İyileştirici Gücü
Viktor Frankl tarafından geliştirilen Logoterapi (Anlam Terapisi), tam da bu varoluşsal boşluğa odaklanır. Frankl’a göre, insan üç temel yolla hayatta anlam bulabilir: bir eser yaratarak veya bir iş yaparak; bir şeyi deneyimleyerek veya bir insanla sevgi dolu bir ilişki kurarak; ve kaçınılmaz acılar karşısında onurlu bir tutum sergileyerek. Logoterapi, bireyin bu anlam kaynaklarını kendi hayatında keşfetmesine yardımcı olur. Kişiyi, “Hayattan ne bekliyorum?” sorusu yerine, “Hayat benden ne bekliyor?” sorusunu sormaya teşvik eder. Bu bakış açısı değişimi, kişiyi pasif bir kurban rolünden, kendi hayatının anlamından sorumlu aktif bir kahramana dönüştürebilir ve boşluk hissinin yerini yavaş yavaş bir amaç ve doyum hissinin almasını sağlayabilir.
Kendimi Boşlukta Hissediyorum: Depresyon ve Kişilik Bozukluklarının Bir Yansıması
Kendimi boşlukta hissediyorum hissi, sadece felsefi bir sancı olmakla kalmaz, aynı zamanda birçok psikiyatrik durumun temel bir belirtisi olarak da karşımıza çıkar. Bu his, özellikle depresyon ve Borderline Kişilik Bozukluğu (BKB) ile yakından ilişkilidir. Bu klinik tablolarda boşluk hissi, geçici bir ruh halinden ziyade, kronik, kalıcı ve kişinin benlik algısını derinden etkileyen bir durumdur. Bu hissi yaşayan bir bireyin, altta yatan bir psikiyatrik durumun varlığı açısından bir uzman tarafından değerlendirilmesi son derece önemlidir. Çünkü bu boşluk, tedavi edilmesi gereken ciddi bir rahatsızlığın bir parçası olabilir. Psikiyatrist Prof. Dr. Ali Keyvan, bu ayrımın önemini vurgulayarak, varoluşsal bir arayışın getirdiği boşluk ile klinik bir bozukluğun semptomu olan boşluğun farklı tedavi yaklaşımları gerektirdiğini belirtmektedir. Klinik bir boşluk, genellikle kişinin işlevselliğini ciddi şekilde bozar ve diğer semptomlarla birlikte seyreder. Bu nedenle, “kendimi boşlukta hissediyorum” şikayeti, dikkatle ele alınması gereken bir yardım çağrısıdır.
Depresyonda yaşanan boşluk hissi, genellikle duygusal uyuşukluk ve hissizlik ile karakterizedir. Kişi, ne mutluluk ne de üzüntü gibi güçlü duyguları hissedemez hale gelir. Her şey donuk ve anlamsızdır. Bu durum, daha önce keyif aldığı aktivitelere karşı tam bir ilgisizlik ve hayattan keyif alamama (anhedoni) haliyle kendini gösterir. Depresyondaki birey, “İçimde hiçbir şey hissetmiyorum, sanki ruhum çekilmiş gibi” şeklinde ifadeler kullanabilir. Bu boşluk, derin bir umutsuzluk ve enerji eksikliği ile birliktedir. Kişi, bu boşluktan asla çıkamayacağına ve hayatının hep böyle anlamsız devam edeceğine inanır. Bu, onu daha da pasifliğe ve sosyal izolasyona iter. Öte yandan, Borderline Kişilik Bozukluğu (BKB)‘nda yaşanan kronik boşluk hissi, genellikle daha sancılı, gergin ve kaotik bir doğaya sahiptir. BKB’si olan bireyler, bu boşluk hissini “içimde bir delik var” veya “dayanılmaz bir hiçlik” olarak tanımlarlar. Bu his o kadar acı vericidir ki, ondan kaçmak için sık sık dürtüsel ve kendine zarar verici davranışlara (riskli cinsel ilişkiler, madde kullanımı, aşırı para harcama, kendine zarar verme eylemleri gibi) başvurabilirler. Bu davranışlar, anlık olarak o boşluk hissini bastırsa da, uzun vadede durumu daha da kötüleştirir. BKB’deki boşluk hissi, genellikle kimlik karmaşası, istikrarsız ilişkiler ve terk edilmeye karşı aşırı duyarlılık ile birlikte seyreder. Kişi, kim olduğunu, ne istediğini bilemez ve benlik duygusunu genellikle başkaları üzerinden tanımlamaya çalışır. Bu nedenle, yalnız kaldığında bu boşluk hissi dayanılmaz bir hal alabilir.
Borderline Kişilik Bozukluğunda Kronik Boşluk Hissi
BKB’nin teşhis kriterleri arasında “kronik boşluk duyguları” önemli bir yer tutar. Bu boşluk, genellikle erken dönemdeki bağlanma sorunları ve duygusal ihmalden kaynaklanır. Kişi, tutarlı bir benlik duygusu geliştiremediği için, içsel bir dayanak noktası bulamaz. Bu durum, sürekli bir huzursuzluk, tatminsizlik ve can sıkıntısı yaratır. Bu boşluktan kaçmak için gösterilen çaba, BKB’nin karakteristik özelliği olan “kaotik ilişkiler” ve “dürtüsellik” gibi birçok davranışsal soruna yol açar. Bu nedenle, BKB tedavisinde, bu kronik boşluk hissinin kökenlerini anlamak ve kişinin sağlıklı bir kimlik ve benlik duygusu inşa etmesine yardımcı olmak merkezi bir hedeftir.
Boşluğun Kökenleri: Çocukluk İhmali ve Bağlanma Travmaları
“Kendimi boşlukta hissediyorum” hissinin en derin kökleri, genellikle erken çocukluk döneminde, özellikle de duygusal ihtiyaçların karşılanmadığı durumlarda bulunur. Fiziksel ihtiyaçları (beslenme, barınma, güvenlik) karşılansa bile, duygusal olarak ihmal edilen, yani duyguları görülmeyen, anlaşılmayan ve onaylanmayan bir çocuk, “görünmez” olduğunu hisseder. Bu durum, fiziksel istismar kadar belirgin olmasa da, çocuğun ruhunda derin ve kalıcı yaralar açabilir. “Duygusal ihmal”, çocuğun duygularının ebeveynleri tarafından sürekli olarak geçersiz kılınması (“Ağlama, bunda büyütecek bir şey yok”), görmezden gelinmesi veya çocuğun duygusal desteğe ihtiyaç duyduğu anlarda ebeveynin duygusal olarak orada olmamasıdır. Bu durumda çocuk, duygularının önemsiz, yanlış veya bir yük olduğuna inanmaya başlar. Kendi iç dünyasıyla sağlıklı bir bağ kurmayı öğrenemez. Duygularını tanımak, adlandırmak ve yönetmek yerine, onları bastırmayı veya onlardan kopmayı öğrenir. Bu, yetişkinlikte derin bir hissizlik ve içsel boşluk hissine yol açar. Kişi, ne hissettiğini bilemez hale gelir; çünkü çocukken hissetmesine izin verilmemiştir. Kendimi boşlukta hissediyorum demek, bu bağlamda, “Çocukken duygusal olarak var olmama izin verilmedi” demenin bir sonucudur.
Bu durum, John Bowlby’nin “Bağlanma Teorisi” ile de yakından ilişkilidir. Güvenli bir bağlanma geliştiren çocuk, bakım vereninin ihtiyaç duyduğunda ulaşılabilir ve duyarlı olacağını bilir. Bu, çocuğun hem dünyayı keşfetmek için güvenli bir zemin bulmasını hem de kendi duygularının değerli ve önemli olduğunu hissetmesini sağlar. Ancak, bakım verenin tutarsız, mesafeli veya reddedici olduğu “güvensiz bağlanma” stillerinde (kaygılı veya kaçıngan bağlanma), çocuk kendi öz-değerinden şüphe duymaya başlar. Özellikle “kaçıngan bağlanma” stili geliştiren çocuklar, duygusal ihtiyaçlarını ifade etmenin bir işe yaramadığını, hatta reddedilmeye yol açtığını öğrenirler. Bu nedenle, duygusal olarak kendi kendine yeten, mesafeli ve “bağımsız” bir görünüm sergilerler. Ancak bu sahte bağımsızlığın altında, derin bir yalnızlık ve karşılanmamış bir bağ kurma arzusu yatar. Yetişkinlikte bu bireyler, yakın ilişkiler kurmaktan kaçınabilir, duygusal olarak kendilerini açmakta zorlanabilir ve bu durum onları kronik bir boşluk hissi ve yabancılaşma ile baş başa bırakır. Kendi iç dünyalarıyla ve başkalarıyla derin bir bağ kuramadıkları için, hayat anlamsız ve boş gelir.
“Görünmez” Çocuk Olmak: Duygusal İhtiyaçların Karşılanmaması
Duygusal olarak ihmal edilen çocuk, sadece üzüntü veya öfke gibi “olumsuz” duyguları bastırmayı öğrenmez, aynı zamanda sevinç, heyecan ve merak gibi “olumlu” duygularla da bağını koparır. Ebeveynleri kendi sorunlarıyla o kadar meşguldür ki, çocuğun başarılarını veya mutluluğunu fark edip paylaşamazlar. Sonuç olarak, çocuk kendi içsel deneyimlerinin bir yankı bulmadığı, boş bir evrende yaşadığını hisseder. Bu, yetişkinlikte kişinin kendi hislerine ve sezgilerine güvenmemesine, sürekli bir amaçsızlık duygusu yaşamasına ve kendini bir hiçmiş gibi hissetmesine neden olur.
Anlama ve Anlamlandırmaya Giden Yol: Terapötik Müdahaleler
Kendimi boşlukta hissediyorum hissinin getirdiği anlamsızlık ve umutsuzluk döngüsünden çıkmak için profesyonel yardım almak, atılacak en yapıcı adımdır. Bu his, genellikle kendi kendine geçebilecek basit bir durum değildir; altında yatan karmaşık dinamiklerin bir uzman rehberliğinde anlaşılması ve işlenmesi gerekir. Bir psikiyatrist veya psikolog, bu boşluk hissinin niteliğini (varoluşsal mı, depresif mi, yoksa bir kişilik bozarının parçası mı) anlamak için kapsamlı bir değerlendirme yapar. Bu değerlendirme sonucunda, kişiye özel bir tedavi planı oluşturulur. Psikiyatrist Prof. Dr. Ali Keyvan, İstanbul‘daki kliniğinde, boşluk hissiyle başvuran danışanlarına yönelik bütüncül bir yaklaşım benimsediğini ve tedavinin temel hedefinin, kişinin hem kendi iç dünyasıyla hem de dış dünyayla yeniden anlamlı bir bağ kurmasını sağlamak olduğunu belirtmektedir. Bu süreç, sadece semptomları ortadan kaldırmayı değil, aynı zamanda kişinin daha otantik ve tatmin edici bir yaşam inşa etmesine yardımcı olmayı amaçlar.
Psikoterapi, bu boşluğun ne anlama geldiğini keşfetmek için güvenli ve destekleyici bir alan sunar. Psikodinamik terapiler, bu hissin çocukluk kökenlerini, karşılanmamış ihtiyaçları ve bilinçdışı çatışmaları araştırarak derin bir içgörü kazanılmasını hedefler. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), boşluk hissini sürdüren “Her şey anlamsız”, “Hiçbir şey beni mutlu etmiyor” gibi olumsuz düşünce kalıplarını ve pasifliğe iten davranışları (örneğin sosyal izolasyon) değiştirmeye odaklanır. Terapi, kişiyi küçük, anlamlı adımlar atmaya, yeni davranışlar denemeye ve hayattan yeniden keyif almasını sağlayacak aktivitelere yönlendirmeye teşvik eder. Varoluşçu terapiler ve Logoterapi ise, doğrudan kişinin değerlerini, amaçlarını ve hayattaki anlam kaynaklarını keşfetmesi üzerine yoğunlaşır. Terapist, kişinin kendi sorumluluğunu almasına ve kendi hayatının anlamını yaratmasına rehberlik eder. Eğer boşluk hissi, Borderline Kişilik Bozukluğu gibi bir durumun parçasıysa, Diyalektik Davranış Terapisi (DDT) veya Şema Terapi gibi özel terapi ekolleri daha etkili olabilir. Bu terapiler, duygusal düzenleme becerilerini öğretir, kimlik karmaşasını çalışır ve o kronik boşluk hissiyle daha sağlıklı yollarla başa çıkmayı hedefler. Gerekli durumlarda, özellikle boşluk hissine şiddetli depresyon veya kaygı eşlik ediyorsa, psikoterapiye ek olarak ilaç tedavileri de kullanılabilir.
İstanbul’da Kendini Keşfetme Yolculuğu: Terapi ve Öz-Farkındalık
İstanbul gibi büyük bir şehir, bir yandan yalnızlık ve yabancılaşma hissini tetikleyebilirken, diğer yandan da kendini keşfetme ve iyileşme yolculuğu için sayısız kaynak sunar. Bu alanda uzmanlaşmış birçok psikiyatrist, psikolog ve terapi merkezi bulunmaktadır. Terapiye başlamak, bu kalabalık şehirde kendinize ait özel bir alan ve zaman yaratmak, kendi iç dünyanıza dönmek ve o boşluğu anlamak için bir fırsattır. Bu, kendinize yapacağınız en değerli yatırımlardan biridir.
İçsel Boşluktan Anlamlı Bir Hayata: Pratik Stratejiler
Profesyonel yardım, bu süreçte esastır. Ancak terapi sürecini desteklemek ve günlük yaşamda boşluk hissiyle başa çıkmak için uygulanabilecek bazı pratik stratejiler de mevcuttur.
Değerler ve Amaç Belirleme Egzersizleri
Bir an durup sizin için hayatta gerçekten neyin önemli olduğunu düşünün. Sizi ne canlandırır? Hangi özelliklere sahip bir insan olmak istersiniz? (Örneğin, şefkatli, yaratıcı, cesur, öğrenen). Bu değerleri bir yere yazın. Ardından, bu değerlerle uyumlu, küçük ve ulaşılabilir hedefler belirleyin. Örneğin, değeriniz “öğrenmek” ise, hedefiniz “Bu hafta ilgimi çeken bir konuda bir belgesel izlemek” olabilir. Bu küçük adımlar, hayatınıza bir yön ve amaçlılık hissi katmaya başlayacaktır.
Mindfulness: “Şimdi ve Burada” ile Bağlantı Kurmak
Boşluk hissi, genellikle zihnin geçmiş veya gelecekten kopup şimdiki andan uzaklaşmasıyla ilişkilidir. Mindfulness (Bilinçli Farkındalık), dikkatinizi yargılamadan şimdiki ana getirme pratiğidir. Birkaç dakika sadece nefesinize odaklanın. Yediğiniz bir yemeğin tadını, kokusunu, dokusunu fark edin. Yürürken adımlarınızın yere basışını hissedin. Bu pratikler, sizi zihinsel gevezelikten çıkarıp, yaşamın somut ve duyusal gerçekliğiyle yeniden bağ kurmanızı sağlar. Bu, duygusal uyuşukluk halinden çıkıp, dünyayı yeniden hissetmeye başlamanın ilk adımı olabilir.


